Yörünge Dağarcığı

Hayatımın en uzun seyahatsiz dönemini geçiriyorum. Bir çoğumuz da aynı kaderi paylaşıyoruz. Ama bizi diğer insanlardan ayıran kocaman bir özelliğimiz var. Anılar… Bu yazıda bahsettiğim yerlerden yakın zamanda döndüm diyebilmeyi çok isterdim. Ama dünya kötü bir sınav veriyor. Sınav bitene kadar da anılara sığınmaktan başka çaremiz yok. Sizinle bu yazıda Türkiye’nin nefis yerlerini paylaşacağım. Hazırsanız başlayalım;
İstanbul’un en güzel manzarası neresi? İstanbul’a en güzel nereden baktınız? Pierre Loti?Galata Kulesi? Süleymaniye Camii? Bebek? Hayır hayır hiçbiri. Size bir çift göz bırakıyorum. Bakmaya doyamadığımız İstanbul’a bir de bu gözle bakın. Boğaz’ın enfes görüntüsüne, vapurların su üstünde kuğu gibi süzülüşüne…
Birinciliği Topkapı Sarayı’na veriyorum. Tarihsel yaşanmışlığı da cabası. Topkapı Sarayı’nın her karışını gezmiş biri olarak söyleyebilirim ki gerçek Türk mimarisini baktığınız her yerde görüyorsunuz. Peki balkonundan hiç baktınız mı?
Beyoğlu’na giderseniz İstanbul şımarık bir çocuk, Sultanahmet’te olgun bir adam, Kız Kulesi’nde naif bir genç kız. Ama Topkapı Sarayı’nın balkonundan baktığınızda; dünyanın en iyi ressamından, en özel renkler kullanılarak çizilmiş, dünyanın en değerli tablosu… Buraya her geldiğimde manzaranın keyfini çıkartmaktan fotoğraf çekilmeyi unutuyorum.



İkincisi: Salt Galata… Burayı bilen çok az insan tanıdım. Tarihi Osmanlı Bankası binası. Bankalar Caddesi’nde dev bir taş bina. Taş oymalarına her gittiğimde bir kez daha hayran oluyorum. Şu an burası bir kütüphane aynı zamanda çeşitli sanatsal aktivitelere de ev sahipliği yapıyor. Her katında İstanbul’dan bi tık daha yükseliyorsunuz.  Üçüncü katındaki kamara penceresini andıran pencereden baktığınızda ise bingo.  Galata Köprüsü, Eminönü, Süleymaniye Camii, kısacası tarihi yarım ada sereserpe gözlerinizin önünde. Bu manzaranın dinlendirici bir etkisi var. Burada zaman geçirmeyi çok seviyorum.


İstanbul’dan teoride çok uzaklaşmasak da pratikte bir hayli uzaklaşarak Şile’ye doğru yol alıyoruz. Aniden tatil ruh halinize bürünüveriyorsunuz burada. Kafa dinlemek için, manzaraya karşı bir fincan kahve içmek için müthiş bir tercih. Pazarı’na denk gelirseniz ne ala. Sünger Bob Kalesi’ni, Meşhur Şile Feneri’ni, karakterli kayalardan oluşan plajlarını doyasıya gezin. Minik bir caddesi var, çarşı burada konumlanmış. Şile köftesi yiyebilir, Beylerbeyi Pastanesinin nefis dondurmalı profiterolü ile taçlandırabilirsiniz.


Karadeniz’e yaklaşmışken rotamızı hiç bozmadan Doğu Karadeniz’e doğru yol alalım. Karadeniz benim için kesinlikle Rize ve Artvin demek. Fotoğraflardan aşina olduğumuz manzaralardan birine götüreceğim sizi. Yolumuz biraz uzun ama bulutların üstüne çıkmayı vaad ediyorum. Tamı tamına 2400 rakım. Sabahın ilk saatlerinde Ayder üzerinden Huser Yaylası’na 4×4’le dört dörtlük bi yolculuk yaptık. Yaylaya uzanan yol her ne kadar tehlikeli olsa da sonuç buna fazlasıyla değdi. Burası aslında gün batımıyla ünlü. Fakat gün doğumu da en az batımı kadar güzeldi. Bir de koskoca yaylada yalnız olunca daha da güzelleşti. Baktığınız her yere gerçekten bakın çünkü sis durumu on saniyede değişebiliyor. Endemik bitkilerin üzerinde oluşan çiğ taneleri de objektiflerinize yansısın. Manken gibi poz veren bitkiler burada fazlasıyla mevcut çünkü.


Keskin bir manevrayla bitki örtüsü değiştirip Kapadokya’ya doğru yol alalım. Kapadokya günün her saatinde güzel, her mevsim güzel. Karlıyken başka, gün batımında başka, gün doğumunda bambaşka. Bazen dev bir noel ağacına benziyor, bazen de bembeyaz bir gelinlik giymiş gibi. Peki peri tozu kaplı bu bacalara en güzel nereden bakabiliriz?
Paşabağ Vadisi; bölgenin en büyük peri bacalarını burada görebilirsiniz. İçlerine girebilir, zamanı geriye alabilirsiniz. Bu yapılar bize doğanın en güzel hediyesi. Normal kayalara yağmur damlaları düşüyor, yıllar sonra şapkalı peri bacalarına dönüşüyor. Sihir gibi. Ören yerinde minik bir jandarma karakol binası var. Peri bacasını hizmet binasına çevirmişler çok da güzel olmuş. Burası günün her saati çok güzel.

Akşamüstünü burada geçirip gün batımı için, kızıl vadiye geçiyoruz.Başka bir gezegendeymiş gibi hissedeceğinize yemin edebilirim. Gökyüzü rengarenk. Yeryüzü kıpkırmızı. Kayalara yansıyan ışıklar inanılmaz güzel görüntüler oluşturuyor. Günü burada kapatma lüksünü muhakkak yaşayın. Belki leziz Kapadokya üzümlerinden yapılmış bir şarap da eşlik eder size.


Bu dev açık hava müzesinden çıkıp Türkiye’nin Amsterdam’ı Eskişehir’deki 10/10’luk müzeye gidiyoruz. Burası OMM(Odunpazarı Modern Müzesi) . Diğer modern müzelere kıyasla giriş fiyatı oldukça makul. Odunpazarı’nda bulunan bu modern yapının şehrin vizyonunu genişlettiği aşikar. Utanmasam her hafta sonu gideceğim bir yer. İçindeki soyut metaforlar dışında mimari olarak da sizi oldukça etkileyen bir yer. Müzeye adımınızı atar atmaz odun kokusunu alıyorsunuz. Müze boyunca bu koku size eşlik ediyor. Müzedeki bir çok eser gerçekten muaazzam ve orijinal. Fakat özellikle Tanabe Chikuunsai IV’ün bambu eseri inanılmaz. Bambudan yapılmış dev bir sarmal 15 metrekarelik bir alana sığdırılmış, müzenin üst katlarından da bu şahane eseri görebiliyorsunuz. Ülkemize böylesine güzel bir değeri, çağdaş sanatı kazandıran herkese gerçekten teşekkürler.

Kültüre ve sanata doyduktan sonra bu içsel yolculuğu güzel bir Akdeniz akşamüstü ile kapatmak istiyorum. Hepimizin bu aralar en çok özlediği şey aslında. Antalya’dan Demre’ye doğru giderken, sizi doğanın kucağına fırlatacak bi kavşak var. Evet burası Olimpos. Tatil için muhakkak hayatınızda bir kez de olsa uğrayın. Burası kafasına göre bir yer. Tüm dışsal etkileri şehrin girişindeki tabelanın tam yanına bırakıyorsunuz. Hırs, para, kıskançlık hepsi hepsi orada kalıyor. Burası bi kapital. Kendi halinde. Öncelikle kendinize konaklamak için güzel bir ağaç ev bulun. Akşamları kamp ateşi etrafında kahve içebileceğiniz bir yer olmasına dikkat edin. Buranın bi özelliği var; plaja müze kartla giriyorsunuz. Çünkü Helenistik dönemden kalma bir antik kentten geçerek ormanın içine konumlanmış dingin denize ulaşıyorsunuz. Biz şanslıydık, antik kenti gezerken kazı ekibine rastlayıp onların peşine takıldık. Kenti ortadan bölen bir ırmak var. Irmağın iki yakasını birbirine bağlayan köprünün bir ayağı halen ayakta. Burda doğanın kucağına doğru adımlar atın. Geçtiğiniz yolların güzelliği dışında sizi yolun sonunda bekleyen manzara gerçekten inanılmaz.


Eve kapandığımız bu günlerde başında da söylediğim gibi insanı yaşatan şeyler hatıralardır aslında. İyi ki hatıralarımız var. Yoksa her şey daha dayanılmaz hale gelmez miydi?
Keza evde de vakit geçirmek bir o kadar güzel. Evde vaktinizi daha da güzelleştirecek iki tane de film önerim var.
Birincisi, altın madalyayı hak eden Into The Wild. Chirstopher Mccandless’in gerçek hayatından uyarlanan bu film, modern dünyaya uyum sağlayamayan bir gencin hazin sonunu anlatıyor. Keyifli seyirler.
Gümüş madalya ise yine modern dünyadan sıkılıp, önceliği yapmak istediği şeylere veren bir kadının hikayesi: Eat, Pray, Love. Başrolde Julia Roberts’ın olması filmi daha da çekici hale getiriyor. Dil öğrenmenin, yemek yemenin, aşık olmanın ve farklı kültürlere entegre olmanın ne kadar özel bir şey olduğunu ‘’Elizabeth ‘’ gözlerimizin önüne seriyor.

Penelope Riley’in de dediği gibi ‘’ Mesele son durağın neresi olduğu değil, nasıl anıların ve yaşanmışlıkların olduğudur’’.

NAZIYOK, N.(2020), Yörünge Dağarcığı. Köşe Bucak Dünya Dergisi, 48, 54-60.